Sınıf Savaşımı Olarak “Yapay Zekâ”

Sözde “yapay zekâ” – daha doğru bir ifadeyle “Büyük Dil Modelleri” (LLM) olarak bilinen sistemler – düşmanın elindeki bir silahtır. Bu konuma, gerçekten niteliksel bir yenilik sunduğu için gelmemiştir. İsrailli soykırımcılar ölüm listeleri hazırlamak için hiçbir zaman LLM’lere (örneğin “Babam Nerede?” veya “Lavanta” gibi gözde yapay zekâ araçlarına) ihtiyaç duymadı1; Amerikan Gestapo’su da hakeza. ABD […]

(Yazar)
(Çevirmen)

Sözde “yapay zekâ” – daha doğru bir ifadeyle “Büyük Dil Modelleri” (LLM) olarak bilinen sistemler – düşmanın elindeki bir silahtır. Bu konuma, gerçekten niteliksel bir yenilik sunduğu için gelmemiştir. İsrailli soykırımcılar ölüm listeleri hazırlamak için hiçbir zaman LLM’lere (örneğin “Babam Nerede?” veya “Lavanta” gibi gözde yapay zekâ araçlarına) ihtiyaç duymadı1; Amerikan Gestapo’su da hakeza. ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Teşkilatı (ICE), LLM’lerin ürettiği listelerin yardımı olmadan çok önce insanları hedef alıyor, kaybediyor ve sınır dışı ediyordu. Siyonizm karşıtı aktivistlerin şeytanlaştırılması da, “yapay zekâ” aracılığıyla üretilmiş içeriklerden çok daha önce başlamıştı2.

Bu tür bir şiddet, faşist siyasal hareketlerle işbirliği yapan hegemonya peşinde koşan neo gerici teknoloji milyarderlerinin icat ettiği bir yenilik değil. Bu makinelerin asıl işlevi, hedef alma süreçlerini hızlandırmak, ölüm ya da sınır dışı listelerini çok daha kısa sürede hazırlamak. Veri kümelerinden içerik üretimini hızlandırarak, hedef alınan kişi sayısının ciddi bir biçimde artmasına neden oluyorlar. Ürettikleri içeriklerin doğru olup olmadığıyla ilgilenmiyorlar; çünkü bu sistemler, kendilerine verilen veri kümelerinden verimli raporlar, görseller ve tanımlar üretmek için tasarlandılar.

Üretilen içeriklerin ve belirlenen hedeflerin sayısındaki bu artış, arama, takip ve tasfiye süreçlerini çok daha yaygın hâle getiriyor. Veri kümeleri, devlet şiddetini meşrulaştırmak için destek, gerekçe ya da “kanıt” işlevi gören, kendi kendini doğrulayan içerikler üretir. Söz konusu bu içerikler, sınır dışı edilecek, gözaltına alınacak veya öldürülecek kişilerin listeleri, suçlayıcı metinler veya siyasi kararlar olabilir. Hepsi de sözde hesaplanmış, “tarafsız” bir parıltıyla sunularak kaynaklara el koymayı haklı göstermeye yarayan veri temsilleridir. Bu makineler, veriyi sahiplerinin çıkarları doğrultusunda yönetir. Özellikle de devletle ve onun siyasi liderliğiyle yakın ilişki içinde olan sermaye sınıfının – teknoloji şirketleri aracılığıyla biçimlenen sermayenin – çıkarlarına hizmet eder. New Socialist yazarlarından Gareth Watkins’in yakın zamanda vurguladığı gibi, bu sistemlerin neredeyse tüm dijital hizmetlere, arama motorlarına, işletim sistemlerine, kamu kurumlarına ve işyerlerine dayatılması, egemen sınıfın bilinçli bir sınıf dayanışmasıdır:

Goldman Sachs’a göre kapitalist sınıfın tamamı, yapay zekâya büyük bir bahis oynamış durumda: 1 trilyon dolar, Trump yönetiminin “Yıldız Geçidi Projesi“ne 500 milyar dolar taahhüt etmeden önce hesaplanan rakam… Bu sadece maddi kazançla ilgili değil, aynı zamanda teknoloji endüstrisiyle uyum sağlama meselesi3.

Teknoloji sektörü, Mars’ın sömürgeleştirilmesi ve ütopik fantezilerle ilgili abartılı iddialar ve bilimkurgu kehanetleriyle dolup taşıyor. Risk Sermayesi şirketi Andreesen-Horowitz’in kurucularından Marc Andreessen, Tekno-İyimser Manifesto adlı metninde bu teknolojik kurtuluş vaatlerini dile getiriyor. Aşağıda, manifestosundan yaptığım bazı alıntılar bu zihniyeti özetliyor4:

Yapay zekâ, temelde her türlü problemi çözebilecek bir sistem olarak tasavvur edilebilir

Bize dünyayla ilgili gerçek bir sorun gösterin, biz de onu çözmek için bir teknoloji geliştirelim

Piyasa ve inovasyonla çalışan tekno-sermaye makinesinin asla durmayacağına inanıyoruz

“Biz” dedikleri kişiler arasında bizim de olduğumuzu düşünme yanılgısına düşmeyin.

Tekno-kapitalistler — aslında gereksiz bir terim — kendi yollarının geleceğe giden tek yol olduğuna içtenlikle inanıyor. Bu inancın, sermaye sınıfının teknoloji sektörüne yoğun yatırım yaptığı dönemle çakışması ise hiç şaşırtıcı değil. Her zamanki kibirli özgüvenleriyle dünyanın bütün sorunlarını çözebilecek kadar zeki olduklarını sanıyorlar, yeter ki onların iktidarına meydan okumayalım ya da onu tehdit edecek kolektif mülkiyet ve dayanışma sistemlerini savunmayalım5.

Makineleri aksatmadığımız veya sahiplerine meydan okumadığımız sürece arkamıza yaslanmamız, sürece güvenmemiz ve paramızı yatırmamız bekleniyor. Hatta verilerimizi de talep edebilirler; gerçi artık buna ihtiyaçları bile kalmadı. Microsoft, Apple ve Amazon gibi şirketler, dijital altyapının üretimi ve mülkiyetiyle tüketici teknolojilerini yaygınlaştırma konusunda egemen konumdalar. Devlet aygıtları da, örneğin Palantir’in veri teknolojilerinin ABD Ordusu ve İngiltere Ulusal Sağlık Hizmeti’nin (NHS) altyapısına entegre edilmesiyle, kurumsal olarak bu Büyük Teknolojiye bağımlı hale gelmiş durumda. Her Google aramamız, her sosyal medya kullanımımız, her platform etkileşimimiz bu sistemlere veri üretiyor. Çevrimiçi alışverişten tutun da dijital ölçümlere, kayıtlara ve hesaplamalara kadar her etkileşim, ticareti yapılabilen devasa veri kümelerinin bir parçasına dönüşüyor. Yakın zamandan bir örnek, feshedilen genetik test şirketi 23andMe’yi satın alan kişinin, yedi milyon eski kullanıcının DNA verilerinin de sahibi olması. İnsanlar bu tür hizmetlere kökenlerini öğrenmek için başvuruyor, ancak bu ırksal merağa sahip olanlar sadece kullanıcılar değil, teknoloji girişimcileri ve faşistler de buna açıkça ilgi duyuyorlar.

Büyük Dil Modelleri, eğitilmek için geniş veri kümelerine ihtiyaç duyar: dijitalleşen faaliyetlerimizin, hareketlerimizin, geçmişimizin, etkileşimlerimizin, işlemlerimizin, görüntülerimizin ve iletişimlerimizin arşivlerine. Ancak bu verilerin sahibi nadiren biziz, asıl sahipleri platformlardır. Dijital varlığımız ne kadar büyükse, bu platform sahipleri de o kadar zenginleşiyor. Bu verilerin nasıl kullanılacağını tahmin etmeye gerek bile yok. Çünkü ne amaçla toplandıkları ve onlarla gerçek zamanlı olarak neler yapıldığı zaten gözlerimizin önünde, açıkça izliyoruz.

Veri, bilgi ve görünüm arasında, bir kayıt veya temsil olarak hassas bir eşikte yer alıyor. Eğer Baudrillard’ın son zamanlarda haklı çıktığını gösteren bir şey varsa, o da kurumların bu kaydı çoğu zaman kaydın manasından daha büyük bir gerçeklikmiş gibi ele almalarıdır. Ama çağdaş kurumlarımızın hedefindeki insanların şimdiden çok iyi öğrendiği gibi yaşanan deneyimin gaddarlığını anlamak için yüksek teorilere gerek yok. Örnek olarak Birleşik Krallık’taki iş hayatındaki maluliyet ödemesi başvuru sürecine bakalım. İşçi Partisi iktidarında, Çalışma ve Emeklilik Bakanlığı (DWP), değerlendirme kriterlerini değiştirerek engelli kişilerin Kişisel Bağımsızlık Ödemesi’ne erişimini ciddi ölçüde zorlaştırdı. Oysa durumun maddi gerçekliği, yani engelli insanların bedenleri, desteğin azaltılmasını haklı gösterecek bir şekilde değişmedi; aksine, COVID’in yol açtığı sakatlıklar, artan fiyatlar, kötü hava kalitesi ve kamu sağlık hizmetlerinin acımasızca çökertilmesinin kümülatif ağırlığı altında durumları genellikle daha da kötüleşti. Halbuki yeniden düzenlenen aslında verilerdi (duş alma, giyinme ve diğer günlük işleri tamamlama becerilerine sayısal puanlar veren raporlar). Sonuçta aynı yaşam koşulları şimdi farklı  puanlar üretiyor ve şimdiki toplam puanları artık çoğu zaman destek hakkı kazanmalarına yetmiyor. Bakanlığın kendi verilerine göre, bu değişiklik, çeyrek milyon insanı mutlak yoksulluğa itecek6.

Engelli bedenin maddi gerçekliğinin değişmesine gerek yok; sadece emek, sermaye ve bir zamanlar buna karşı çıkacak kadar örgütlenmiş olan emek kesimleri arasındaki ilişkiler değişse yeter. Verinin bilgiye dönüşmesi gerekmiyor; inandırıcı olsun olmasın, ihtiyaç duyulan herhangi bir kurumsal gerekçeye dayanak olarak hizmet edebilecek soyutlanmış, dijitalleştirilmiş ve efsaneleştirilmiş bir nicelik olması yetiyor. Bu, bürokratik acımasızlık içerisinde kutu işaretleme uygulamasıdır.

Bugün, sosyal yardım başvurularına gelen yazışmalar görünüşe göre “Whitemail” adı verilen bir Büyük Dil Modeli tarafından işleniyor7. Hükümete ait bir belgede, “yapay zekâ teknolojisi savunmasız bireyleri tespit etme hızımızı daha da artırdı” denilerek bu sistem övülüyor8. Her ne kadar DWP’nin engelli insanları toplumsal olarak “öldürmek” için yardıma ihtiyacı yokmuş gibi görünse de, bu sistemin başarılı olduğu açıktır: bu daha çok bir aldatmaca ve emek tasarrufu uygulamasıdır9. İngiliz devleti savunmasızları buldu ve onları eksik gördü. Bu yalnızca Kişisel Bağımsızlık Ödemelerine yeni başvuruları değil, daha önce kayda geçmiş, şimdi ise yeniden değerlendirmeye alınan ve çıkarılacak kişileri de kapsıyor. Binlerce engelli insan yoksulluğa, açık bir toplumsal cinayete sürükleniyor. Hükümetlerimizin bu makineleri toplumsal denetim ve toplumsal cinayet için istediğine inanmak hiç de abartılı değil. Hele ki Birleşik Krallık’ın istihbarat toplama ve dolayısıyla veri üretimi10 üzerinden İsrail’in soykırımına aktif biçimde ortak olduğu düşünülürse, bu uygulamaların onlar için neden bu kadar cazip olduğu daha da netleşiyor.

Ama bütün bunlar daha önce de yaşandı, değil mi? Bugünün Palantir’i, Microsoft’u, Amazon’u veya Google’ı, dünün burjuva tekno-sermaye düzeninin yeni bir sürümünden başka bir şey değil. IBM’in Holokost’taki rolünden söz ediyorum. Bu, Edwin Black IBM ve Holokost kitabını yazana kadar uzun süre kamu bilincine çıkarılmamış, bugün de çoğu zaman farkına varılmayan tarihsel bir gerçekler dizisidir. Bu kapsamda, Black’ten uzun bir alıntı yapmakta fayda var11:

O dönemde Deutsche Hollerith Maschinen Gesellschaft ya da kısa adıyla Dehomag olarak bilinen IBM Almanya, Reich’a makineler satıp çekip gitmedi. IBM’in yan kuruluşu, New York’taki merkezinin bilgisi ve onayı dahilinde, resmi bir kurumsal girişim olarak karmaşık cihazları ve özel uygulamaları hevesle tasarladı. Dehomag’ın üst yönetimi, savaş sonrası Nazi Partisi üyelikleri nedeniyle tutuklanan açıkça bağnaz Nazilerden oluşuyordu. IBM’in New York ofisi, 1933’ten itibaren Nazi Partisi’nin üst kademeleriyle kurulan ilişkilerin farkındaydı ve onlarla iş yapıyordu. Şirket, Almanya’da ve Nazi kontrolündeki Avrupa’da Hitler rejimi ile iş ilişkilerini geliştirmek için Nazi Partisi bağlantılarından sistematik şekilde faydalandı.

Dehomag ve diğer IBM iştirakleri, uygulamaları özel olarak tasarladı. Teknisyenleri, günümüz yazılım geliştiricileri gibi, veri sütunları kabul edilebilir olana dek delikli kartların prototiplerini Reich bürolarına götürüp getirdi. Delikli kartlar sadece tek bir yerden tasarlanabiliyor, basılıyor ve temin edilebiliyordu: IBM’den. Makineler satılmıyor, kiralanıyordu ve yalnızca IBM tarafından düzenli bakımları ve güncellemeleri yapılıyordu. IBM’in yan kuruluşları Nazi subaylarını ve Avrupa’daki temsilcilerini eğitti; Nazi Almanya’sında sık sık değişen IBM personelinden oluşan şubeler ve yerel bayilikler açtı; sadece Almanya’da yılda 1,5 milyar kadar delikli kart üretmek için kağıt fabrikalarını inceledi. Üstelik kırılgan makinelerin bakımı, söz konusu tesis bir toplama kampı içinde ya da yakınındaysa bile ayda yaklaşık bir kez sahada yapılıyordu. IBM Almanya’nın Berlin’deki merkezi, günümüz IBM hizmet bürolarının bilgisayarlar için veri yedekleri tuttuğu gibi, birçok kod kitabının kopyalarını saklıyordu.

Tarihçilerin uzun süredir aklına gelmeyen bir soru vardı: Almanların her zaman ellerinde Yahudi isimlerinin listesi vardı. Bir anda, sert yüzlü SS askerlerinden oluşan bir grup şehir meydanına çıkar, listedekilerin ertesi gün Doğu’ya sürülmek üzere tren istasyonunda toplanmalarını isteyen bir bildiri yayınlardı. Peki Naziler listeleri nasıl elde ediyordu? Yıllarca kimse bilmiyordu; çok az kişi bu soruyu sormuştu. Yanıt, IBM Almanya’nın nüfus sayımı operasyonları ve benzeri gelişmiş insan sayma ve kayıt teknolojilerindeydi. IBM, 1896 yılında Alman mucit Herman Hollerith tarafından nüfus sayımı şirketi olarak kurulmuştu. Asıl işi nüfus sayımıydı. Ancak IBM Almanya, Nazi Almanyası ile felsefi ve teknolojik bir ittifak kurduğunda, nüfus sayımı ve kaydı yeni bir misyon üstlendi. IBM Almanya ırk sayımını icat etti; sadece dini aidiyetleri değil, nesiller öncesine dayanan kan bağlarını da listeledi. Bu, Nazilerin veri düşkünlüğünün ifadesiydi. Onlar için sadece Yahudileri saymak değil, kimliklerini tespit etmek de bir saplantıydı.

İnsan ve varlık kaydı, Nazi Almanyası’nın yüksek hızlı veri sınıflayıcı makineler için bulduğu birçok kullanımdan sadece biriydi. Almanya’nın Yahudileri aç bırakması, gıda tahsisi veri tabanları ile organize edildi. Köle emeği büyük oranda delikli kartlar aracılığıyla tanımlandı, takip edildi ve yönetildi. Hatta delikli kartlar trenlerin zamanında çalışmasını sağladı ve insan yüklerini katalogladı. Dehomag’ın en büyük müşterisi olan Alman Demiryolları (Reichsbahn), doğrudan Berlin’deki üst yönetimle muhataptı. Dehomag, Almanya’daki ve nihayetinde tüm Avrupa’daki tren depolarında delikli kart kurulumlarını sürdürdü.

Ben bu satırları yazarken, ICE hâlâ Palantir’le birlikte çalışarak “bilinen popülasyonların hedef analizini tamamlamak”, yani ABD’den insanları tespit etmek ve sınır dışı etmek için arama araçlarını güncellemek için çalışıyor12. Birleşik Krallık’ta ise Palantir, bir zamanlar İngiliz Faşistler Birliği’nin aristokrat lideri Oswald Mosley’nin torunu tarafından yönetiliyor. Düşmanlarımız etkilidir ama kurnaz değildir. Palantir, devlet zulmü süreçlerine yardımcı olma kararlılıklarına rağmen ya da bu kararlılıkları nedeniyle, bakım hizmetlerinden mahrum bırakma yoluyla ayrımcılığa ve toplumsal cinayete yabancı olmayan NHS için veri altyapısı sağlamak üzere sözleşme imzalamaya devam etmektedir. Bu tabloyu, İngiltere’de kemer sıkma politikaları ve transfobik yasalarla sistematik şekilde yok edilen; aynı zamanda “Cinsiyet Kimliği Klinikleri” adı altında tecrit edilen trans sağlık hizmetlerinin durumunda açıkça görebiliyoruz13.

Bununla birlikte, Palantir gibi şirketler bile faşizmin gerçek öncüleri değildir. Onlar, kurumsallaşmış zulmün yükselişi sırasında kürek satan tüccarlardır. Günümüz teknoloji şirketleri, IBM’in Nazi Almanyası’nda oynadığı rolü yeniden sahnelemeye hazırlanırken, IBM gibi eski şirketler ise geçmişte yaptıkları ve belki de hâlâ yapmaya devam ettikleri i̇çi̇n hiçbir zaman adalete hesap vermemişlerdir.

Veri işleme yoluyla tutuklama süreçlerinin teknolojik olarak yoğunlaştırılması, köleliğin hızlandırılmasıdır. Hapishane emeğini 13. Anayasa Değişikliği ile kaldırmaktan kaçınan, bugün kendi verilerine dayanarak El Salvador’a fiilen köle ihraç eden ABD’yi düşünelim. Raporlar, dövmeli herhangi bir kahverengi adamın çete üyesi olarak etiketlenmesinin son derece yaygın olduğunu gösteriyor14. Böyle bir uygulama, bu kişilerin gerçekten çete üyesi olup olmadıklarına bakılmaksızın, her koşulda kabul edilemezdir. Mohammed El-Kurd’un Kusursuz Kurbanlar kitabında gösterdiği gibi, bir mağdurun yüksek ahlaki niteliklere sahip olması gerektiği yönündeki çağrı, zalimin söylemine ve verilerine ortak olmak anlamına gelir. Kararlılıkla karşı çıktığımız baskıcı bir eylemin gerekçesini sorgulamıyoruz, çünkü sorgulanması gereken bizzat eylemin kendisidir, zulmünü “hak eden” ve “hak etmeyen” kurbanlar hakkındaki gürültülü bir söylemin arkasına saklayan düşmandır. Bu mekanizmalar, düşmanın hedeflerini daha hızlı bulmasına yardımcı oluyor; toplumsal cinayet, soykırım, suikast, sürgün ve köleleştirmenin lojistiğini hızlandırıyor. Peki ne yapmalı? Bu sorunun yanıtı, ya da en azından bir başlangıç noktası, altyapı ve verilerin ekonomi politiğinde aranmalıdır.

Bağımlılıktan Yavaşlamaya

Bu yeni teknolojilerin çekiciliğinin önemli bir bölümünün, “emek tasarrufu” sağladıkları iddiasından kaynaklandığı unutulmamalıdır. Ancak bu durum yalnızca bu makineler için pazarlandıkları, ortaya çıkardıkları metalar veya metalaştırılmış hizmetler olarak göründükleri haliyle geçerlidir. Sözde “yapay zekâ” emeği azaltmaz; tersine, onu binlerce küçük parçaya ayırır ve kullanıcı açısından neredeyse görünmez hâle getirir. Veri, ölü emektir ve bu makinelerin çalışmasını sağlayan, çoğunlukla mülteci kamplarına veya Küresel Güney’e yayılmış görüntüleri etiketleyen, hatalı çıktıları düzelten, kaynak verileri üreten, düşük ücretlerle çalışan binlerce veri moderatörü ve “mikro işçinin” ölü emeğidir15.

Ayrıca veriler her platform kullandığımızda, her kaydedilen hareketimizde, her alışveriş yaptığımızda hepimiz tarafından üretilir. Örneğin Tesco Clubcard gibi sadakat kartları, süpermarketler için şube bazlı, satın alma kalıpları ve sıklıklarına ilişkin büyük miktarda yerel veri üretir. Bu kartların asıl ödülü indirim değil, toplanan veridir. Bu faaliyetler bize çalışma gibi gelmeyebilir, ancak yine de üretken bir emek biçimidir. Tüketim veri üretir ve bu veri sermaye ve metaların dolaşımında rol oynar. Eğer işiniz e-posta göndermekse, o zaman işiniz öncelikle para harcamaktır. Yine de Bahisçilere cazip gelen şey şudur: görünmez kılınmış emek, bedava olmasa bile daha ucuzdur ve bu nedenle maliyetler, sanki emek denklemden çıkarılmış gibi düşer. Sonuç olarak, giderek daha fazla kurum ve şirket bu makinelere bağımlı hâle gelecek, bunlar için abonelikler ödeyecek ve bu makinelerin sahipleri birer “hizmet sağlayıcı” olarak zenginleşmeye devam edecek. Trump’ın yakın geçmişte önerdiği karşılıklı gümrük tarifelerinin bir LLM tarafından üretilmiş gibi görünmesi, bu sürecin halihazırda işlediğini gösteriyor olabilir16.

Küçük işletmelerin ve kamu kurumlarının bu makinelere ve onların sahiplerine giderek daha fazla bağımlı hale gelmesi, daha derin ve kalıcı bir yapısal bağımlılığın göstergesidir. Tekno-kapitalist burjuvazi, sermayesinin büyük bir bölümünü bu teknolojilerin, bu makinelerin başarısına bağlamış durumda. Amaçları, bu bağımlılığı dışsallaştırmak, yani makinelerini abonelerinin gündelik hayatının vazgeçilmez bir parçası haline getirmektir.

Tekno-kapitalist strateji açıktır: “Onları bize bağımlı hale getireceğiz ve sonra da bizden kopmanın maliyeti çok yüksek olacak, isyanın bedeli kurumsal çöküş ve lojistik kaos olacak.” Bu, emeği boyunduruk altına alma, artı nüfusu yönetme ve bertaraf etme savaşıdır. Emek gücü maliyetlerini düşürmeye yönelik geniş çaplı ve uluslararası bir program olarak, bu bir sınıf savaşıdır. Uluslararası bir sınıf savaşı olarak, aynı zamanda bir sömürge savaşıdır. Birincisi bu makineler Koltan gibi değerli madenlere ve fosil yakıtlara ihtiyaç duyar, bunlar da Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi bölgelerden ve küresel emperyalizmin dolaşım ağları üzerinden elde edilir. İkincisi internet, bulut sistemleri ve onların altyapıları aracılığıyla savaşa tahsis edilmiş uluslararası hesaplama gücü kullanımı açısından. Associated Press’in de vurguladığı gibi:

Microsoft ve San Francisco merkezli girişim OpenAI, son yıllarda İsrail’in yürüttüğü savaşlaraı destekleyen çok sayıdaki ABD’li teknoloji şirketi arasında yer alıyor.

Google ve Amazon, İsrail’in kendi yapay zekâ destekli hedefleme sistemlerini ilk kez test ettiği 2021 yılında imzalanan 1,2 milyar dolarlık “Project Nimbus” sözleşmesi kapsamında İsrail ordusuna bulut bilişim ve yapay zekâ hizmetleri sağlıyor. Ordu, Cisco ve Dell sunucu çiftliklerini veya veri merkezlerini kullanıyor. IBM’in bağımsız bir iştiraki olan Red Hat de İsrail ordusuna bulut bilişim teknolojileri sağlamıştır. Microsoft’un ABD savunma sözleşmelerinde ortağı olan Palantir Technologies ise İsrail’in savaş çabalarına yardımcı olmak için yapay zekâ sistemleri sağlayan “stratejik bir ortaklık” kurmuştur17.

Buna “bulut” bilişim demek, pazarlama açısından ustaca bir hamle. Yapay Zekâya Direnmek adlı kitabı bilişimin toplumsal eleştirisi açısından önemli bir kaynak olan yazar Dan McQuillan, bu abartılı söylemi şöyle çürütüyor:

Denizlerden karaya yaşam veren nemi taşıyan gerçek bulutların aksine, yapay zekâ bulutu kıt su kaynaklarını emiyor. Buna “bulut” denmemeli, “Kuraklık” denmeli ve “bu büyük dil modeli Kuraklık’ta çalışıyor” demeliyiz18

Kuraklık bilişimi, sermayenin Dünya’ya karşı yürüttüğü savaşın bir parçasıdır: sömürgeci ve faşist kaynak gaspında, çıkarma ve imhayı birbirine bağlayan bir şemadır. “Bulut” terimi, her şeyin sanki “yukarıda” ve bizden çok uzakta bir yerde gerçekleştiği izlenimi veren gündelik bir idealizm taşır. Oysa hesaplamanın nerede yapıldığını çok iyi biliyoruz. Bulut bilişim sayesinde, imparatorluğun çevresindeki şiddet, veri merkezlerinin sınırları içerisinde yoğunlaştırılmış hesaplama gücü aracılığıyla merkez bölgelerden hızlı bir şekilde yönetilebilir, yönlendirilebilir ve bilgiyle desteklenebilir.

Bu yerler, sunucu bankalarını, verileri (veya kopyalarını) ve kitlesel hesaplamanın fiziksel altyapısını barındırır19. Kaynak yoğun işleyişleri, siyasi işlevleri ve kapitalistler için taşıdıkları varlık değerleriyle öne çıkarlar. Veri merkezleri, petrol boru hatlarına benzer şekilde, zehirli bir ağ altyapısı olarak düşünülebilir. Bu nedenle saldırıya karşı savunmasızdırlar.

Militan işçi eylemleri veri merkezlerinin inşasını engelleyebilir; çünkü inşaat aşaması en savunmasız oldukları dönemdir. Tıpkı liman işçilerinin silah ve silah parçalarının sevkiyatını engellemesi gibi, işçiler de inşaatı durdurabilir. Boru hatlarından farklı olarak, veri merkezleri genellikle nüfusun yoğun olduğu bölgelere yakın, dolayısıyla insanların durdurabileceği yerlere yakın inşa edilir. 2024 yılında Londra ve çevresi de dahil olmak üzere Birleşik Krallık’ta 72 veri merkezi projesinin inşaatına başlanacağı duyuruldu20. Düşman genellikle boru hatlarını bu kadar yakın ve bu kadar az iş imkânı sunacak bir şekilde inşa etmez. İşçi hareketlerinin, Filistin dayanışma hareketlerinin, ekolojik hareketlerin ve komünistlerin, hem yerel hem de küresel düzeyde bu altyapıya odaklanmalarının stratejik ve pratik açıdan gerekli olduğuna inanıyorum. Yani, veri merkezlerinin yayılmasını nasıl durdurabiliriz, sözde “yapay zekâ”nın yoğunlaştırdığı kurumsallaşmış zulmü nasıl engelleyebiliriz, ve mücadeleyi Silikon Vadisi’ne ve kendi kapitalist devletlerimizdeki ortaklarına nasıl taşıyabiliriz? Veri merkezleri, emperyalist, tekno-kapitalist bir düzenin sinir sisteminin giderek daha merkezi bir parçası haline geliyor. Demokratik siyaset, bunların şimdiki ve gelecekteki varlıklarını sorgulama hakkına sahiptir. Daha önce de savunduğum gibi, çağımızda gerçek anlamda demokratik bir iktidar, bunlarsız daha iyi bir durumda olacaktır.

McQuillan’ın terimini ödünç alırsak, demokratikleşme süreci bilişimsizleştirmedir, teknoloji sahiplerinin karşımıza çıkardığı makine köleliğinin ve soyut tahakkümün tiranlığını reddetmektir. Bu, içinde bulunduğumuz uğrağa karşı komünistlerin vereceği her türlü yanıtın zorunlu bir parçasıdır. Kendimizi hızlanan bir sınıf savaşının ortasında buluyoruz ve bu savaş, teknolojik gelişmelerin tarihsel olarak ilerici doğasına ilişkin eski Marksist perspektifleri yeniden gözden geçirmemizi gerektirecek. Walter Benjamin’in tezlerinden birine, “Devrimler tren yolculuğu değildir; insan ırkının imdat frenine asılmasıdır.” tezine geri dönmeliyiz.

Kaynak: New International Magazine, 20 Mayıs 2025

  1. Yuval Abraham, “‘Lavender’: The AI machine directing Israel’s bombing spree in Gaza”, +972 Magazine, 2024 ↩︎
  2. Thomas Maxwell, “Yale Suspends Palestine Activist After AI Article Linked Her to Terrorism”, Gizmodo, 2025 ↩︎
  3. Gareth Watkins, “Yapay Zekâ: Faşizmin Yeni Estetiği”, New Socialist, 2025. ↩︎
  4. Marc Andreessen, “The Techno-Optimist Manifesto”, 2023. ↩︎
  5. Aynı “Tekno-İyimser Manifesto”‘da Marc Andreessen bu tehdidi açıkça tanımlamaktadır: “Düşmanımız devletçilik, otoriterlik, kolektivizm, merkezi planlama ve sosyalizmdir.” ↩︎
  6. John Pring, “Labour’s cuts to PIP will drag a quarter of a million people into absolute poverty, DWP figures show”, Disability News Service, 2025. ↩︎
  7. Mackenzie Ferguson, “DWP Unveils Controversial ‘White Mail’ AI: Transforming Benefit Systems at What Cost?”, 2025. ↩︎
  8. Mel Stride, “DWP use of artificial intelligence (AI)”, UK Department for Work & Pensions, 2023. ↩︎
  9. Bkz. “Eugenic Austerity”. ↩︎
  10. Iain Overton, “Britain sent over 500 spy flights to Gaza: AOAV study reveals the scale of British intelligence gathering above Gaza, raising fears of complicity in Israeli war crimes”, AOAV, 2025. ↩︎
  11. Edwin Black, IBM and the Holocaust, Dialog, 2012, pp. 9-10. ↩︎
  12. Joseph Cox, “ICE Just Paid Palantir Tens of Millions for ‘Complete Target Analysis of Known Populations’”, 404 Media, 2025. ↩︎
  13.  June, “Supreme Court attacks trans people – the fight for liberation goes on”, rs21, 2025. ↩︎
  14. Karla Ostolaza, “ICE’s focus on tattoos is part of a long tradition of profiling”, MSNBC, 2025. ↩︎
  15. Daha fazla bilgi için The New Flesh adlı kitabım ve kaynaklarından alıntılara bakınız. ↩︎
  16. Alexandra Scaggs, “Reciprocal tariffs: you won’t believe how they came up with the numbers”, Financial Times, 2025. ↩︎
  17. Michael Biesecker, Sam Mednick, & Garance Burke; “As Israel uses US-made AI models in war, concerns arise about tech’s role in who lives and who dies”, The Associated Press, 2025. ↩︎
  18. Dan McQuillan, Twitter, 2025. ↩︎
  19. Stephanie Susnjara & Ian Smalley, “What is a data center?”, IBM, 2024. ↩︎
  20. Megan Pounds, “What’s driving the surge in data centre construction projects in the UK?”, 2024. ↩︎

Sitemizde yer alan çeviri ve yazılardaki tüm görüşler kolektifimizin fikirlerini yansıtmayabilir. Bu yazıları, bilişim alanındaki gelişmeleri Marksist bir perspektifle ele almayı mümkün kılacak katkılar sunduğu için seçip yayımlıyoruz.